Ana içeriğe atla

YOLDA OLMAK -SEKA’dan Spil Dağı’na-

 

YOLDA OLMAK

-SEKA’dan Spil Dağı’na-

Uykusuz gecenin sabahı soğuk ta olsa yeni görülecek mekânların sıcaklığı bir zinde kaynağıdır. İstanbul yolunda ya sabahın uykulu vaktinde ya da gecenin kör karanlığında es geçtiğim duraklardan pişmaniyesi ile meşhur İzmit.
Bir şehrin en sevdiğim anı sabahın erken saatinde mecburiyet caddesinde yürümektir. Ekmek peşinde koşanları ve de meslekten olsa gerek mektep yolunda olanları seyreylemek hoşuma gider. İzmit’in hareketli halini izleyerek ilk mola yerim şehrin simgelerinden saat kulesi. Kulenin bulunduğu tepeden tavşankanı çayı eşliğinde körfezi izledim. Doğaya haksızlık yapmakta maşallah üstümüze yoktur. Doğanın uyarlarını afet olarak tanımlarken bizim cenahtan yapılan zararı hiç söylemeyiz. Körfezin etrafı dev sanayi çarkları ile donatılmış ve demire, betona, dumana boğulmuş vaziyette.
 İkinci durağım İzmit’in körfeze kıyısını boydan boya geçen devasa bir park olan SEKA. Sermayenin çarkına hapsolan parkta en çok düşündüren yıllarca okumalarımıza aracılık eden, medeniyetin ve kültürün taşıyıcısı, öğrenmelerimizin aracı, uzaktakilere gönderdiğimiz mesajın şeffaf taşıyıcısı kâğıt.  Kâğıt ile özdeşleştirdiğimiz devasa SEKA, üretimden ve yapacağı işten uzaklaştırılarak kendi haline terk edilmiş. “Müze” olması bir teselli değil. Birikimi bir tarafa itip başka kaynaklara yönelmenin ne olduğunu dedemin sözüyle cevap vermek gerekirse önemli olan elindekini vermek değil önemli olan olana değer ya da yenisini katmaktır. Fabrikada pardon müzede dolaşırken daha fazla göresim de gelmediğinden ama merakımdan ayaklarım hızlı, gözlerim fal taşı gibiydi. Burada bir zamanlar çalışanların alın terlerine, bu fabrikayı kurmak için onca emek sarf eden idealist insanlardan kendi adıma üzüntümü ileterek ayrıldım.


Adapazarı, terli toplu bir şehir izlenimi bıraktı bende. Yaşadığımız 6 Şubat soğuğunun/felaketinin ardından en çok dikkatimi çeken unutmamak adına ziyaret ettiğim Deprem Müzesi.  Müze, tarihi boyunca şiddetli depremleri yaşamış Adapazarı için ve herkes için görülmesi gereken bir yer.  Deprem müzesinden sonra Mustafa Kemal Atatürk ve annesi Zübeyde Hanım’ın bir süre ikamet ettiği müzeden sonra rotam şehrin kalbi tarihi Uzun Çarşı. Tarihten izlerin de olduğu çarşıda her sektörden işletmenin olduğu dükkânları ve alışveriş yapanları izlemek bir hayli keyiflendirdi beni. Çarşıdan sonra güzel bir ıslama zamanı. Ekmeği bol olan yemekler her daim favorimdir.


Spil dağlarına sırtını dayamış bereketli ovaya nazır mesir macunu ile bilinen şehzadeler şehri Manisa. En çok sevdiğim meyve olan üzümün anavatanı Manisa. Şehre gidiş yolunda bereketli topraklar izlenimimden sonra bol güneşli hava ve muhteşem Spil Dağı. İlk durağımız tabanlara kuvvet tarihi Yeni Han. Aynen tahmin ettiğim gibi alışveriş merkezi olarak kullanılan handa, çok sayıda dükkânda hediyelik eşya, takı ve tarihi açıdan önemli ürünlerin satılması hoşuma gitti. Sıcağın altında yürüyerek ulaştığımız Mimar Sinan’ın muhteşem eseri çift minareli Muradiye Camii’nde serinlemek iyi geldi.

 Muradiye Camisine yakın, ilgimi oldukça çeken Ulu Cami ve külliyesi. Külliyede cami, medrese, türbe ve de hamam. Ulu Camii Külliyesinde yer alan şifahanenin tıp tarihi olarak düzenlenmesi oldukça yerinde bir girişim. Hastaların el işleri, müzik ve su sesiyle tedavisinin yapılmasının sembolize edildiği müzeyi müzik eşliğinde gezmek aslında tedavide ruhun bedene nasıl hükmettiğini göstermesi bakımından önemli. Bedeni ruhtan üstün tutanlara da geçmişten gelen güzel bir ders minvalinde. Bir ders te günümüzde şifayı ticarete dökenlere.

 


Ulu caminin tarihi atmosferinde çay ve tütün eşliğinde muhabbetin iç açıcı tınısında, Spil Dağı’nın bol oksijeni eşliğinde hoşça bir zaman diliminden sonra mideyi de besleme vakti. Yerel olanı hep sevmişimdir. Hız devrinde her şey bir tıkla yanında da olsa olanı olduğu yerde yani güzelliği yerinde görmek farklıdır. Ancak fabrikasyon, hızlı üretim ve tüketim anlayışı yerelin tadını da ne yazık ki bozdu. Ama Manisa’da Manisa kebabı yine de güzeldi.

  En güzeli de Spil Dağı’ndan şehri ve öteleri seyretmekti.


Prof. Dr. Sadık Kartal

Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi

E- posta; skartal@mehmetakif.edu.tr- iznik.1966@gmail.com

Blog; http://sadikartal.blogspot.com/

Web; https://abs.mehmetakif.edu.tr/skartal/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PROJECİLİK VE PROJE OKULLARI

  Birkaç yıl önce bir öğrencim beni ziyaretinde öğretmen olarak atandıktan sonra evlilik gibi bir projesinin olduğunu söylemişti. Gülümsemiştim ama projecilik öyle sıkça kullanılmaya başlanmıştı ki öğretmen adayının da diline pelesenk olmuştu.   1980’lı yıllardan başlayan ve 1990’lı yıllarda ivme kazanan liberal politikaların etkisi ile devletin okula yeterince kaynak ayırmaması nedeniyle okulların kendi yağlarında kavrulmaları yani kaynak arayışları için liberal kesimin ve yöneticilerin kaynak için adres gösterdikleri proje üretmek oldu. Gelinen noktada yönetici, yazar, çizer ve akademisyen takımının sürekli referansta bulundukları OECD 2024 verilerine göre tüm kademeler için öğrenci başına yapılan kamunun eğitim kurumları harcamasında Türkiye, Meksika’dan sonra en düşük harcama yapan OECD ülkesidir . Projeler, MEB dışında diğer bakanlıklar, firmalar, dış kaynaklar, gönüllü kuruluşlarla işbirliği ile yani onların verdikleri destek ile yürütülmekte. Projelerin içeriğine bakı...

ZORUNLU EĞİTİM ÜZERİNE

  Renk, hız, son dakika ve yapay gündemlerle bizi zihnen ve sosyal olarak kadrajın önüne hapseden televizyonda bir alt yazı. Yükseköğretimde 4 yıllık programlar 3 yıl oluyor, öğretim süresi kısalıyor. Birkaç gün sonra benzer bir haber daha. 12 yıllık zorunlu eğitim kısalacak diye. Sevindirici haberler. Ulusal eğitimin tavan yaptığı 20. Yüzyılda devletin iyi vatandaşlıktan kopmaları engelleme çabası ve sermayenin okulu  kār alanı / sektör olarak görmesinden bu yana okulda kalma süresi git gide uzatıldı. Bu süreçte eğitimin yaygınlaştırılması, ders yüklerinin arttırılması ve bu yükün Amerika menşeli testlerle doldurulması, merkezi sınavlara hazırlık için zamansızlık ikliminde oyundan/sosyal alandan uzak, testle tost arasında sıkışmış ancak okumayan, düşünmeyen yalnızca söyleneni tekrar eden Paulo Freire ’in tabiriyle bankacılık yapan nesiller yetişti/yetişiyor.   Bu açıdan öğretim süresinin kısaltılması hani reform demesek te yeniden yapılandırma için güzel bir adım old...

OKULLARDA FORMA ZORUNLULUĞU BİR DİSİPLİN ARACIDIR

    Bizim zamanımızda okul heyecanı siyah önlük ve beyaz yaka ile başlardı. Sonraları siyah önlüklerin yerini mavi, ardından değişik renkte önlükler almaya başladı. Bizim siyah önlük beyaz yaka ise siyah beyaz fotoğraflarda tebessümle bakılan birer anı olarak kaldı. Okul kıyafetleri, eğitim sisteminin en eski geleneklerinden biri. Eğitimin devlet tarafından verildiği ve ulu­sallığın yeniden üretilmesinin amaç olduğu eğitim sistemlerinde okullarda belirli bir kıyafet var olmuştur. Türkiye’de siyah önlük ve beyaz yaka ilk defa 1981’de tam olarak tanımlandı ve zorunlu hâle getirildi. Ancak bu tarihin öncesinde ilkokul öğrencileri- daha esnek olmakla birlikte- önlük giyerek okula gittikleri bilinmektedir. Cumhuriyet okullarında zorunlu kılık kıyafetin aynen eğitim politikaları gibi dikiş tutmayan tarihi var. 1989 yılından itibaren deniz mavisi, lacivert, siyah ve gri renklerden birinin önlük rengi olarak seçilmesine karar verildi. 2008 yılında ilköğretim okullarında mavi önlük...