Ana içeriğe atla

ÇARDAK’TAN EYFEL’E SARI SICAK


Gün doğumuna yakın bir saatte vardık gezimizin başlangıcı olan Çardak’a. İklim serin, ortam sessizdi. Az sonra güneş yüzünü gösterdi, hava ısındı, her yer sarıya döndü. Sarı ve sıcak bir iklimde içimden diyesim geldi, Güneş Eyfel yolcusu, diye.
  Gittiğim kongrenin bilindik yüzü dışında mekânın sıcaklığı hoştu. En mühimi çalışanların nezaketi ve zarafeti idi. Hep söylerim, tanımdan önce örnek vermek konuyu anlaşılır kılar diye. Tanım insanı kalıba sokar, örnek ise kalıbı zorlar. Zarafeti tanımlamaya gerek yok, örneğini bizatihi yaşadım. Kongreden sonra ilk günün heyecanı ve merakıyla Vakkas’ın rehberliğinde ve samimiyetinde bir hayli uzaklarda bir o kadar da yakınımızda yer alan Eyfel Kulesi’ne vardık.
 İnsan seli ile çevrelenmiş bu demir yapıya tabana kuvvet basamaklardan yukarıya tırmanırken kendimi demir yığınları arasında hissettim. Çıka çıka bir arpa boyu yol almışız misali üçte birlik kısımda seyreyledim bu uçsuz bucaksız şehrin silüetini. Demir yığınları arasında modernite olarak lanse edilen upuzun binaları izlerken günümüzde betonlaşan doğaya acıdım. Tesellim eski ama mimarisi tam binalar oldu. Fransız Devriminin 100. Yıl anısına yapılan bu kuleyi Parisliler ilk etapta sevimsiz bulmuşlar. Her şeyin ekonomiye endeksli olduğu bir çağda şimdi de sevimli buluyorlardır.
   Eyfel’den sonra şehirle bütünleşmiş Seine Nehri üzerinden geçerek Kule’nin tam karşısındaki çimenlik tepede dinlenmek, şehri ve kalabalığı izlemek yorgunluğu atmada ilaç gibi geldi. Birçok insani etkinliğe sahne olan bu alanda bir dans gösterisi izlemek de hoş bir sürpriz oldu. Dansı icra edenler aynen Paris’in değişen rengi gibi siyahi tonda idi. Montaigne, “Paris’i yalnız kendisi için seviyorum, yabancı süslere boğulmuş olarak değil”, der. Paris’i gezeceklere Eyfel’e bu noktadan bakmaları tavsiyemdir.
Murat her zamanki gibi önce tarz yaptı sonra poz verdi

  Lüksün, şatafatın, tüketimin adresi 2 km. lik uzunluğu ile Şanzelize caddesindeyiz. Güzelliğine, genişliğine bir şey demesem de her şeyin ateş pahası olduğu bu caddede en dikkati çeken yapı Zafer Takısı. Napoleon Bonaparte’nin sefere çıkan askerlerine vaat ettiği ama zamanında yapamadığı bu yapının altında Birinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin anısına meçhul asker anıtı bulunuyormuş. Anıtta dikilse, lanet te yağdırılsa savaştan vazgeçmeyen muktedirler ve Şanzelize. Şatafat ve boya yüklü bu caddede savaş ve kahramanlık öyküleriyle süslü asker profili üzerinde düşünmek istemedim. Günün yorgunluğu üzerine Paris sokaklarında başka ülke tatları ve sunumu ile karnımızı doyururken sarı sıcak bir iklimde artık dinlenme vakti gelmişti.
  Bu kez Fırat’ın rehber ve yönlendirmesi ile ilk durağımız Opera binası oldu. Binanın muhteşemliği ve kadim yapısı yüzüne sinmişti. Ardından Concorde Meydanı. Paris’in orta noktası diye düşündüğüm bu meydanda sanki her tarafı görebiliyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Fransız İhtilalinin, kanlı olayların ve idamların da gerçekleştirildiği bir üne de sahip. İsmini de kanlı olaylardan alıyor imiş. Meydandaki dikilitaş idamları unutturmak ve tarihe temiz bir sayfa açmak için yapılmış. Sırtını da ihtişamın adresi Şanzelize’ye yaslamış.  Meydanın hemen yanı başında bulunan Tuileries Bahçelerinde dinlendim, tütün ve su ile ortama renk kattım.
  Bahçeleri kucaklamış görünümü veren Louvre Müzesi içini görmesem de dışını izlemek, fotoğraf çekmek bile keyif verici idi. İçini gezip dünyaca ünlü Mona Lisa’yı ve diğerlerini görmeyi çok isterdim. Dünyada eşi benzeri olmadığı belirtilen bu müze sanatı ve sanatçıyı temsili ile kanlı ve şanlı Concorde Meydanı’na da yukarıdan bakıyordu. Aynen ütopyalaşan hayallerimiz gibi. Müzenin girişinde yine bir takı karşıladı bizi. Kırmızı mermer sütunları ile estetik ve sanatı simgeleyen bu yapı Louvre müzesinin ihtişamlı manzarası ile uyumlu idi. Bir zamanlar savunma amaçlı inşa edilmiş olan bu binanın bugün içeri girmek için uzun kuyruklar oluşturan insanları görünce tarihin tezatlığı mı yoksa savunmaların yönü mü değişti karar veremedim.
  Birçok simgesel mekâna ev sahipliği yapan Paris’te en çok merak sardığım eserlerden birisi de filmden bildiğim Notre Dame Katedrali. Notre Dame’in Kamburu filmindeki başkarakterin çirkinliği, zavallılığı ve aşkı gözlerimin önünden geçti. Seine Nehri kıyısında ve ikiz kuleye sahip yapıda içeri girmek için uzun kuyruklarla karşılaşacağımı hiç sanmıyordum.  Ana kapının önünde geçen yola “kilometre sıfır” denmesine de anlam veremedim. Günün sonunu bir Fransız mekânında noktalamayı arzuladık. İngilizce konuşan Fransız bulmak kolay olsa da iletişim kurmak zordur, örneğini aynen yaşadık. Daha önce duymuştum, Fransızlar kendi kültürlerine özellikle dillerine çok bağlılar, diye. Biz de işi buna bağladık.
  Paris 3- 4 günle bitecek gibi değil. Kendimce oluşturduğum önceliklerle Fırat’ın öncülüğünde yola devam diyerek ilk durak gençliğimin sesi olan Ahmet Kaya’nın mezarı oldu.  Père Lachaise Mezarlığı dünyanın en çok ziyaret edilen mezarlığı olduğu söyleniyor. Açık hava müzesi gibi ve birçok turistin ziyaret noktası haline gelmiş. Mezarlığa girişte az ötede çatık kaşları ve haksızlığa isyanı ile Yılmaz Güney’in mezarı ile karşılaştım. Sürü filmi ilk aklıma gelen kare oldu. Çiçekler bırakılmıştı. Yeni ve beyaz mermeri ile Ahmet Kaya’nın mezarında yazılı olan “Hoşça Kal Sevgili” ifadesi, dinlediğim tüm kasetlerini ve isyanını hatırlattı bana. Ayrılırken Ahmet Kayanın acı gülümsemesi Yılmaz Güney’in çatık kaşlarının karşısına geçerek ahvali anlattım, biliyoruz, dediler. Komşuları ise Jim Morrison, Victor Hugo, Oscar Wilde,  Honore de Balzac, La Fontaine, Moliere, Frederic Chopin ve diğerleri.  


  Daha gezemediğim birçok yer. Ancak ressamlar tepesi es geçilmez. Paris’e kuş bakışı olan tepeye merdivenlerle çıkmak ta keyif verici. Salvador Dalí, Claude Monet, Pablo Picasso, Vincent van Gogh gibi ünlüler bu bölgede yaşamışlar. Onların izini sürdüklerini iddia edenler köşe başlarında sanatı ticarete dökerek yozlaşmanın temsilciliğini yapıyorlardı. Şehrin en yüksek noktası olan bu tepede bedava şehri izleme imkânı buldum. Ticaretçilere inat uzun sürede kaldım orada. Artık dönüş yolu görününce, valize konulacaklara bakma sırası geliyor. Buradan hediyelik birkaç parça ile bugün de bizden lezzetlerle günü geceye kavuşturduk.
     Paris’i romantizmin ve aşkın şehri olarak tanımlıyor, görenler. Ben bu duygulara herhalde yabancısı olduğumdan olsa gerek hiç hissetmedim ama ışığın ve mimarinin şehri diyebilirim. Damağımda tadı kalan bu şehrin sokaklarında yek başıma kaybolmayı çok isterdim. Yalnızlığım yeterdi bana. Bir de peynir ekmek.
    Gecenin kör karanlığında vardık yine Çardak’a. Ortam sarı, iklim sıcaktı. Çardak’ın sarı ışıkları her yaşanmışlık gibi uzaklaştıkça zayıflıyordu. Hayat işte, alışıyor insan.

Yorumlar

  1. Elinize sağlık hocam .çok güzel olmuş. Okumak çok keyifliydi

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

PROJECİLİK VE PROJE OKULLARI

  Birkaç yıl önce bir öğrencim beni ziyaretinde öğretmen olarak atandıktan sonra evlilik gibi bir projesinin olduğunu söylemişti. Gülümsemiştim ama projecilik öyle sıkça kullanılmaya başlanmıştı ki öğretmen adayının da diline pelesenk olmuştu.   1980’lı yıllardan başlayan ve 1990’lı yıllarda ivme kazanan liberal politikaların etkisi ile devletin okula yeterince kaynak ayırmaması nedeniyle okulların kendi yağlarında kavrulmaları yani kaynak arayışları için liberal kesimin ve yöneticilerin kaynak için adres gösterdikleri proje üretmek oldu. Gelinen noktada yönetici, yazar, çizer ve akademisyen takımının sürekli referansta bulundukları OECD 2024 verilerine göre tüm kademeler için öğrenci başına yapılan kamunun eğitim kurumları harcamasında Türkiye, Meksika’dan sonra en düşük harcama yapan OECD ülkesidir . Projeler, MEB dışında diğer bakanlıklar, firmalar, dış kaynaklar, gönüllü kuruluşlarla işbirliği ile yani onların verdikleri destek ile yürütülmekte. Projelerin içeriğine bakı...

ZORUNLU EĞİTİM ÜZERİNE

  Renk, hız, son dakika ve yapay gündemlerle bizi zihnen ve sosyal olarak kadrajın önüne hapseden televizyonda bir alt yazı. Yükseköğretimde 4 yıllık programlar 3 yıl oluyor, öğretim süresi kısalıyor. Birkaç gün sonra benzer bir haber daha. 12 yıllık zorunlu eğitim kısalacak diye. Sevindirici haberler. Ulusal eğitimin tavan yaptığı 20. Yüzyılda devletin iyi vatandaşlıktan kopmaları engelleme çabası ve sermayenin okulu  kār alanı / sektör olarak görmesinden bu yana okulda kalma süresi git gide uzatıldı. Bu süreçte eğitimin yaygınlaştırılması, ders yüklerinin arttırılması ve bu yükün Amerika menşeli testlerle doldurulması, merkezi sınavlara hazırlık için zamansızlık ikliminde oyundan/sosyal alandan uzak, testle tost arasında sıkışmış ancak okumayan, düşünmeyen yalnızca söyleneni tekrar eden Paulo Freire ’in tabiriyle bankacılık yapan nesiller yetişti/yetişiyor.   Bu açıdan öğretim süresinin kısaltılması hani reform demesek te yeniden yapılandırma için güzel bir adım old...

OKULLARDA FORMA ZORUNLULUĞU BİR DİSİPLİN ARACIDIR

    Bizim zamanımızda okul heyecanı siyah önlük ve beyaz yaka ile başlardı. Sonraları siyah önlüklerin yerini mavi, ardından değişik renkte önlükler almaya başladı. Bizim siyah önlük beyaz yaka ise siyah beyaz fotoğraflarda tebessümle bakılan birer anı olarak kaldı. Okul kıyafetleri, eğitim sisteminin en eski geleneklerinden biri. Eğitimin devlet tarafından verildiği ve ulu­sallığın yeniden üretilmesinin amaç olduğu eğitim sistemlerinde okullarda belirli bir kıyafet var olmuştur. Türkiye’de siyah önlük ve beyaz yaka ilk defa 1981’de tam olarak tanımlandı ve zorunlu hâle getirildi. Ancak bu tarihin öncesinde ilkokul öğrencileri- daha esnek olmakla birlikte- önlük giyerek okula gittikleri bilinmektedir. Cumhuriyet okullarında zorunlu kılık kıyafetin aynen eğitim politikaları gibi dikiş tutmayan tarihi var. 1989 yılından itibaren deniz mavisi, lacivert, siyah ve gri renklerden birinin önlük rengi olarak seçilmesine karar verildi. 2008 yılında ilköğretim okullarında mavi önlük...