Ana içeriğe atla

SON ÖĞRETMEN YETİŞTİRME PROGRAMLARI ÜZERİNE -İki sekiz bir dokuz, üç yirmi bir otuz-




 Babamın okullu olan herkese öğrenmenin ölçütü olarak yönelttiği “ iki sekiz bir dokuz üç yirmi bir otuz kaç eder” sorusu Onun olmadığı ortamlarda aramızda bir espri konusu olurken eğitim sistemimizi özetlemesi açısından da manidar. Öğrenme ve öğretmeyi bilme üzerine endeksleyen yapı ne yazık ki kendini yeniden üreterek sürdürüyor. Televizyonlardaki bilgi yarışmalarından ÖSYM’nin “geçerliliği güvenirliliği yüksek” sınavlarına, liseler arası bilgi yarışmalarından Milli Eğitim Bakanlığının son ABİDE projesine kadar hepsi bilmeyi ölçüyor. Öğretmenin görevi bilmeyi sağlamaktır.
 Öğretmen olduğumdan bu yana öğretmen yetiştiren kurumların öğretim programları epeyce değiştirildi. Hepsinin gerekçesi “çağdaş/günümüz şartlarına uyum” zemininde “reform” olarak belirtildi.
  Güncel olarak tanımlanan yeni öğretmen yetiştirme programları da eğitimi sisteminin ruhuna uygun “bilen” öğretmen yetiştirmeyi hedefliyor. Hâlbuki “öğretmenlik sanattır” sözü herkesçe kabul gören ve işin beceri uygulama boyutunu ön plana çıkaran bir anlayıştır. Bu yazının meramı uygulama ağırlıklı olan öğretmenlik mesleğinin bilmeye dayalı olarak ele alınmasının yanlışlığına dikkat çekmektir.
  Program incelendiğinde önsöz kısmında “Öğretmen eğitiminde önemli bir konu, teori ve uygulama arasındaki dengenin sağlanması, teoriyle uygulamanın bütünleştirilmesidir. Öğretmenin uygulama içinde yetiştirilmesi ve geliştirilmesi, hazırlık eğitimi kadar hatta bundan daha fazla önem taşımaktadır” şeklindeki haklı ifadeye rağmen 60 küsur dersin yalnızca iki veya üçü uygulamalı. Bunlar da Öğretmenlik Uygulaması 1-2 ile Topluma Hizmet Uygulamaları. Programı hazırlayanlar bu eleştiriyi ön görmüş olmalılar ki programın uygulama esaslarında “Derslerin haftalık ders çizelgelerinde uygulama saatine yer verilmemesi, bu derslerde uygulama yapılmayacağı anlamına gelmemekte olup uygulama ders saati/kredisi verilmese de dersin amaçları doğrultusunda öğrenciler, çeşitli ortamlarda (okul, sınıf, çevre, laboratuvar vb.) dersle ilgili gözlem ve uygulama yapmaya teşvik edilmelidir.” deniliyor. Okul ortamına aşina herkes bunun ne anlama geldiğini çok iyi bilir. Bu ifade “ben söylemiştim” mealinde kendini kurtarma cümlesidir.
  Programın giriş kısmında Türkiye’de 1982 yılına kadar Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı okulların bünyesinde olan öğretmen yetiştirme programlarının Üniversitelere devredilmesiyle öğretmen yetiştirme işlevinin yanı sıra eğitim bilimleri ve öğretmen yetiştirmeyle ilgili akademik araştırmalar artarak eğitim bilimleri ve öğretmen yetiştirme alanında önemli bir akademik bilgi üretimi sağlandığı belirtiliyor. Öğretmen yetiştiren kurumların YÖK’e devri alanda “bilgi birikimi sağladı” tespiti yerinde ise de oluşan bilgi teoriyi besleyen, doğruluğunu/yanlışlığını ortaya koyan ve çalışma yapana bonus getirdiği bunun pratiğe geçmediği de bir gerçektir. Öğretmenin ihtiyaç duyduğu deneyim, deneyimin paylaşımı, iyi örneklerden haberdar olmasıdır. Yani politik yönelimin sonucu olan eğitim bilimi değil pedagojidir. Onun için biriken bilgiye yenisi eklensin ancak öğretmen yetiştiren kurumların yeniden MEB’e bağlanması ciddi olarak ele alınması ve tartışılması gereken bir konudur. Cümlenin haklılığı için gelinen noktaya ve tarihsel sürece bakılabilir.
    Geçmiş ve güncellendiği iddia edilen programlarda alan dersi, meslek bilgisi ve genel kültür derslerinin birlikte yürütülmesi bir gelenek haline gelmiştir. Alan dersleri alanın birikimini içerdiğinden bu bilginin sunumu/kazandırılması işin sanat kısmı yani meslek bilgisi dersleri ile mümkündür. Alan derslerinin kazandırılıp sonradan meslek bilgisi derslerinin verilmesi daha uygun olacaktır. Genel kültür dersleri alanın popüler konuları şeklinde düzenlenerek, güncel olan konular ilgili öğretim elemanının içini doldurması koşuluyla verilmelidir.
  Programı ilk incelediğimde başka ülke örnekleri mutlaka vardır, diye düşündüm. Çünkü Tanzimat’tan bu yana eğitimle ilgili söylem ve düzenlemelerin inandırıcılığı için diğer ülkelerin (Batı Avrupa ve Amerika) uygulamaları örnek gösterildi. Artık bu yok mu derken olayı Bologna kurtardı. Eğitim bir sosyal alan olarak kültüre özgülüğü ağır basar. Öğretmenin görevi de mevcut kültürü aktarma, geliştirme ve korumadır. Ancak yıllarca yükseköğretim kurumlarında ne yazık ki Batılılaşma uğruna kültürel kodlardan uzak duruldu. Programın amacı da “bize” değil Bolognaya uyumlu hale gelmek olarak alenen ifade edilmiş. Seçmeli ders havuzlarının oluşturulması ile öğretmen adaylarının program dışı etkinlikler olarak daha çok sosyal ve kültürel faaliyetlerine katılabilecekleri dolayısı ile Bologna sürecine uyum sağlandığı belirtiliyor.  Bu topluma mı yoksa Bologna sürecine mi öğretmen yetiştiriyoruz, anlaşılır değil.
   Dönemsel olarak moda olan kavramlarla karşılaşıyoruz. Etik, moral değerler, karakter eğitimi gibi soyut kavramlar günümüzde moda. Ancak bu kavramlar öğretmekten ziyade model olmayla kazandırılır. Programlar ile öğretmen adayının; evrensel, milli ve yerel/bölgesel kültürleri tanıyan; kültürel, etik, ahlaki değerler ve kişilik yönünden rol model olması, teknoloji okur yazarı, araştırmacı öğretmen niteliği kazanmış olarak mezun olması beklendiği ifade ediliyor. Burada iki sorunun cevabı merak konusu. Birincisi “yerel/bölgesel kültürleri” nden kasıt nedir bilmiyorum ama Türkiye deki değişik kültürlerin programda yer almadığı da görünen bir gerçek. İkincisi merkeziyetçi bir yapıda olan eğitim sisteminin öğretmeni merkezin belirlediği davranışları mı kazandırır, öğrenciyi sınavlara mı hazırlar yoksa araştırma mı yapar?
  Programı hazırlayanların nicel verileri sevdiklerini tahmin ediyorum. Türkiye’de 17 bin civarında birleştirilmiş sınıflı okul var. Sınıf öğretmenleri mezun olduklarında bu okullara atandıklarından ve de bu okullarda öğretim düzeni diğer müstakil sınıflardan farklılık arz ettiğinden bu uygulama ile ilgili bilgi sahibi olmaları kaçınılmaz. Ancak sınıf öğretmenliği programında bu ders mevcut değil.
  Öğretmen bilgi aktarır, öğrenci de onu depolar. Zamanı gelince bilgi kontrol edilir. Bilgi aktarma için bazen “reform” yapılır. Bizim tarafa da bunu araştırmak, yazmak düşer. Bonus için.

 Prof. Dr. Sadık Kartal
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PROJECİLİK VE PROJE OKULLARI

  Birkaç yıl önce bir öğrencim beni ziyaretinde öğretmen olarak atandıktan sonra evlilik gibi bir projesinin olduğunu söylemişti. Gülümsemiştim ama projecilik öyle sıkça kullanılmaya başlanmıştı ki öğretmen adayının da diline pelesenk olmuştu.   1980’lı yıllardan başlayan ve 1990’lı yıllarda ivme kazanan liberal politikaların etkisi ile devletin okula yeterince kaynak ayırmaması nedeniyle okulların kendi yağlarında kavrulmaları yani kaynak arayışları için liberal kesimin ve yöneticilerin kaynak için adres gösterdikleri proje üretmek oldu. Gelinen noktada yönetici, yazar, çizer ve akademisyen takımının sürekli referansta bulundukları OECD 2024 verilerine göre tüm kademeler için öğrenci başına yapılan kamunun eğitim kurumları harcamasında Türkiye, Meksika’dan sonra en düşük harcama yapan OECD ülkesidir . Projeler, MEB dışında diğer bakanlıklar, firmalar, dış kaynaklar, gönüllü kuruluşlarla işbirliği ile yani onların verdikleri destek ile yürütülmekte. Projelerin içeriğine bakı...

ZORUNLU EĞİTİM ÜZERİNE

  Renk, hız, son dakika ve yapay gündemlerle bizi zihnen ve sosyal olarak kadrajın önüne hapseden televizyonda bir alt yazı. Yükseköğretimde 4 yıllık programlar 3 yıl oluyor, öğretim süresi kısalıyor. Birkaç gün sonra benzer bir haber daha. 12 yıllık zorunlu eğitim kısalacak diye. Sevindirici haberler. Ulusal eğitimin tavan yaptığı 20. Yüzyılda devletin iyi vatandaşlıktan kopmaları engelleme çabası ve sermayenin okulu  kār alanı / sektör olarak görmesinden bu yana okulda kalma süresi git gide uzatıldı. Bu süreçte eğitimin yaygınlaştırılması, ders yüklerinin arttırılması ve bu yükün Amerika menşeli testlerle doldurulması, merkezi sınavlara hazırlık için zamansızlık ikliminde oyundan/sosyal alandan uzak, testle tost arasında sıkışmış ancak okumayan, düşünmeyen yalnızca söyleneni tekrar eden Paulo Freire ’in tabiriyle bankacılık yapan nesiller yetişti/yetişiyor.   Bu açıdan öğretim süresinin kısaltılması hani reform demesek te yeniden yapılandırma için güzel bir adım old...

OKULLARDA FORMA ZORUNLULUĞU BİR DİSİPLİN ARACIDIR

    Bizim zamanımızda okul heyecanı siyah önlük ve beyaz yaka ile başlardı. Sonraları siyah önlüklerin yerini mavi, ardından değişik renkte önlükler almaya başladı. Bizim siyah önlük beyaz yaka ise siyah beyaz fotoğraflarda tebessümle bakılan birer anı olarak kaldı. Okul kıyafetleri, eğitim sisteminin en eski geleneklerinden biri. Eğitimin devlet tarafından verildiği ve ulu­sallığın yeniden üretilmesinin amaç olduğu eğitim sistemlerinde okullarda belirli bir kıyafet var olmuştur. Türkiye’de siyah önlük ve beyaz yaka ilk defa 1981’de tam olarak tanımlandı ve zorunlu hâle getirildi. Ancak bu tarihin öncesinde ilkokul öğrencileri- daha esnek olmakla birlikte- önlük giyerek okula gittikleri bilinmektedir. Cumhuriyet okullarında zorunlu kılık kıyafetin aynen eğitim politikaları gibi dikiş tutmayan tarihi var. 1989 yılından itibaren deniz mavisi, lacivert, siyah ve gri renklerden birinin önlük rengi olarak seçilmesine karar verildi. 2008 yılında ilköğretim okullarında mavi önlük...