Ana içeriğe atla

Öğretmenime mektup

Çocukluk yıllarımın birleştirilmiş sınıflı yani beş sınıfın birarada okutulduğu ilköğretim okulunda, öğretmenimiz bir grupla ders işlerken diğerlerini ödevlendirirdi. Ödev verdiğinde sıkı sıkı tembihlerdi "iyice okuyun, anlayın ve mutlaka düşünerek karar verin" diye. Bahar mevsimi geldiğinde bizleri alır, elimizde bir defter bir kalemle (ki onları da genellikle öğretmenimiz temin ederdi) kırlara çıkar, öğrendiğimiz konularla gözlemlediklerimiz arasında gerekli bağı kurardı. Tabiatın güzellikleri hakkında konuşur ve hep "Çocuklar çevremizdeki doğal kaynakları korumalı, onları ülkemiz ve toplumumuz için en iyi şekilde kullanmalı, sizler de buna dikkat etmelisiniz" derdi. Çocukluğumun ve öğrenciliğimin o araştırmacı, sorgulayıcı, çevresine karşı duyarlı öğretmeni bize kitap okumanın erdemliliğini her fırsatta anlatır ve bu doğrultuda davranış edinmemizi sağlardı. Okuyan herkesin toplumun kalkınmasında birer lider olması gerektiğini öğreten, boş zamanlarımızda bizlerle yakan top oynayan öğretmenimin, üç yıl görev yaptıktan sonra okuldan, köyümden ve benden ayrılışı, birlikte uzak hedefler düşlediğimiz arkadaşlarımı ve beni epeyce üzmüştü. Onun sayesinde köyümün kaynaklarını ve güzelliklerini tanımış, okumanın bana ve köyüme olan katkısını anlamıştım.
Öğretmenimin gidişinden yaklaşık bir yıl sonra köy muhtarına yazmış olduğu mektubun gelişi beni ve arkadaşlarımı sevince boğdu. Gönüllerde yer etmiş ve yalnızca öğrencilerine değil herkese ışık saçan öğretmenimizin mektubu, köy meydanında ve hemen her evde okuma yazmayı bildiğimiz için bize okutuluyordu. Biz de büyük sevinç ve gururla bayramda şiir okur gibi ve onun bize öğrettiği coşkuyla okurduk. Mektupta tüm köy efradını teker teker saydıktan, hal hatır ve selam faslından sonra "Tüm öğrencilerimin gözlerinden öper, onlara mutlu bir gelecek dilerim" dese de yalnızca bana özel bir selam göndermemiş diyerek üzülsem de ona olan özlemimi bir mektup yazarak gidermeye çalıştım. Aradan aylar geçtikten sonra hayatımda unutamadığım bir sonbahar akşamında birlikte öğrencisi olduğum ve hâlâ köyümüzün o güzelliklerinden kopamayan arkadaşımın "Öğretmenimizden sana mektup var" dediğini daha dün gibi hatırlarım. Mektubu sevinçle tekrar tekrar okuyup her kelimesini ezberledim. Hani herkesin ilkokul yılları ile ilgili bir anısı vardır ve mutlaka anlatır ya, ben de hep o mektubun gelişini ve heyecanımı, Mektubun sonunda büyük harflerle ve dikkat çekerek "mektup kırmızı kalemle yazılmaz, bundan sonra dikkat et" cümlesini bir fıkra gibi anlatır, kendim gülerken, çevremdekilerin de gülmesini sağlardım. Ancak yıllar sonra öğretmen olduğumda o 'dikkat' cümlesinin insan yetiştirmede ne kadar önemli olduğunu, bir öğretmenin öğrencisini çok yönlü yetiştirmesi gerektiğini ve yalnızca sınıfta, bahçede değil sürekli takip etmesi gerektiğini anladım. Öğretmen yetiştiren bir yüksek öğretim kurumunda bir eğitimci olarak, öğretmen adaylarına öğretmenimi bir model olarak hep anlatırım.
Yaşadığını umduğum öğretmenime o yıllar yazdığım mektubun ikincisini kırmızı kalemle değil ama bu kez kırmızı alarmlık olan eğitim sistemimizin durumunu paylaşmak için yazmak istedim.
Masal ve test
Öğretmenim, sen 'araştırın, inceleyin ve konuşun' derdin. Biz şimdi öğrenciden dinlemesini, uslu olmasını yani "çiçek olmasını" istiyoruz. Biz o zaman bilmezdik disiplin kurulunu, okulda şiddeti, öğretmene el kaldırmayı. Şiddetin yanlış olduğunu bilir, sorunları diyalogla çözerdik. Yalnızca düşüncemizi ve bildiğimizi söylemek yani söz hakkı istemek için el kaldırırdık. Sen her hafta bize bir kitap okutup anlattırırken şimdilerde öğrenciler her hafta yüzlerce sayfalı test kitapları çözüyor. Tek yaptıkları ve konuştukları, A, B, C, D şıkları arasında gidip gelmek ve test kitaplarını çözmek. Çünkü "adam olmak" için çok test çözmek gerekiyor. Siz bizlerle oyun oynar, köyümüzün ve hayalimizin resmini yaptırır, şarkı söyler, köylülere masal anlattırır, münazara yaptırır, geziye götürür, kitap okutturur, kendimizi ve hayatımızı kompozisyon olarak yazmamızı isterken ve yaptırırken, şimdilerde öğretmenler test çözdürüyor, öğrenciler de test çözüyorlar. 
O yıllarda okula götürdüğümüz tek "katkı" kışın ısınmak için birer parça odundu. Özel okullardaki furyayı hiç saymazsak devlet okullarında veliyi eğitim giderlerine ortak etmek için "kazı yoldurmadan" çeşitli katkı yöntemleri deneniyor. Devletin kendi okuluna gerekli yardımı yapmadan özel kurumlara destek sağlaması da dikkatimi hep çekiyor. Devlet okullarında velilerden alınan "zorunlu olmayan bağışlarla" okullar idare ediliyor, okul yönetici ve öğretmenlerine karşı parasal anlamda yolsuzluk gibi söylentilerin oluşmasına da zemin hazırlıyor. Bağışlar, ''devlet okullarında eğitim parasızdır'' anayasal emrini ve devletin sosyal devlet olma ilkesini tartışılır duruma getiriyor. 
Hatırlarsın; köylünün devletle işi olduğunda, bir dilekçe yazmak istediğinde, herhangi bir sağlık sorununda, hatta kavgalısıyla barışmak istediğinde sen sevine sevine yardımcı olur, elinden geleni yapardın. Yani sen köyümüzde/yöremizde hak ettiğin yerdeydin. Öğretmen olduğumdan beri öğretmenlik mesleğinin toplumda hak ettiği yeri alması için öğretmenlerin niteliklerinin ve çalışma koşullarının iyileştirileceğini duyuyorum. Ancak içi boş sözlere alıştım ama öğretmenlerin hoşnut olmadığı, ancak kendilerini sınava girmekte zorunlu hissettikleri ve öğretmenler arasında ayırımcılığa neden olan uzman öğretmenlik ve başöğretmenlik uygulaması getirilmesi beni epeyce düşündürdü. Tamamen öğretmenin çok test çözmesine, mevzuat bilgisini ve teorik konuları ölçmeye dayalı bir sınavın, öğretmenin toplumda hak ettiği yerini/kariyerini belirleyeceği şüphelidir, değil mi? Ülkemizde öğretmenlerin uygulamadan kopuk, tamamen teorik bilgilere dayalı ve toplum gerçekleri yerine başka ülkelerdeki uygulamalardan örneklerle yetiştirildiklerini de ayrıca seninle paylaşmak isterim öğretmenim. 
Öğretmenim sen gelişmenin ve aydınlanmanın ışığı, öğrencilerin ve köylülerin her gün başvurması gereken kaynak bir kişi olarak hâlâ hatırlardasın. Öğretmenler yalnızca 24 Kasımlarda konuşulan ve hediye götürülmesi gereken kişi/meslek üyesi olarak hatırlanır oldu. 24 Kasım'ın yaklaştığı günlerde bir veli çocuğuyla daha çok ilgilensin diye öğretmene hediye alacağını söyledi. Tüm öğretmenler gibi senin de buna çok üzüldüğünü biliyorum. Biz senden biliyoruz "öğretme"nin karşılığının manevi doyum, öğretmenliğin bir sevgi mesleği olduğunu ve sevginin hediyesinin olmadığını. 
Öğretmenliğini kutluyorum, öğretmenim.

Bu yazı 25 Kasım 2007'de Radikal İki'de yayımlandı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PROJECİLİK VE PROJE OKULLARI

  Birkaç yıl önce bir öğrencim beni ziyaretinde öğretmen olarak atandıktan sonra evlilik gibi bir projesinin olduğunu söylemişti. Gülümsemiştim ama projecilik öyle sıkça kullanılmaya başlanmıştı ki öğretmen adayının da diline pelesenk olmuştu.   1980’lı yıllardan başlayan ve 1990’lı yıllarda ivme kazanan liberal politikaların etkisi ile devletin okula yeterince kaynak ayırmaması nedeniyle okulların kendi yağlarında kavrulmaları yani kaynak arayışları için liberal kesimin ve yöneticilerin kaynak için adres gösterdikleri proje üretmek oldu. Gelinen noktada yönetici, yazar, çizer ve akademisyen takımının sürekli referansta bulundukları OECD 2024 verilerine göre tüm kademeler için öğrenci başına yapılan kamunun eğitim kurumları harcamasında Türkiye, Meksika’dan sonra en düşük harcama yapan OECD ülkesidir . Projeler, MEB dışında diğer bakanlıklar, firmalar, dış kaynaklar, gönüllü kuruluşlarla işbirliği ile yani onların verdikleri destek ile yürütülmekte. Projelerin içeriğine bakı...

ZORUNLU EĞİTİM ÜZERİNE

  Renk, hız, son dakika ve yapay gündemlerle bizi zihnen ve sosyal olarak kadrajın önüne hapseden televizyonda bir alt yazı. Yükseköğretimde 4 yıllık programlar 3 yıl oluyor, öğretim süresi kısalıyor. Birkaç gün sonra benzer bir haber daha. 12 yıllık zorunlu eğitim kısalacak diye. Sevindirici haberler. Ulusal eğitimin tavan yaptığı 20. Yüzyılda devletin iyi vatandaşlıktan kopmaları engelleme çabası ve sermayenin okulu  kār alanı / sektör olarak görmesinden bu yana okulda kalma süresi git gide uzatıldı. Bu süreçte eğitimin yaygınlaştırılması, ders yüklerinin arttırılması ve bu yükün Amerika menşeli testlerle doldurulması, merkezi sınavlara hazırlık için zamansızlık ikliminde oyundan/sosyal alandan uzak, testle tost arasında sıkışmış ancak okumayan, düşünmeyen yalnızca söyleneni tekrar eden Paulo Freire ’in tabiriyle bankacılık yapan nesiller yetişti/yetişiyor.   Bu açıdan öğretim süresinin kısaltılması hani reform demesek te yeniden yapılandırma için güzel bir adım old...

OKULLARDA FORMA ZORUNLULUĞU BİR DİSİPLİN ARACIDIR

    Bizim zamanımızda okul heyecanı siyah önlük ve beyaz yaka ile başlardı. Sonraları siyah önlüklerin yerini mavi, ardından değişik renkte önlükler almaya başladı. Bizim siyah önlük beyaz yaka ise siyah beyaz fotoğraflarda tebessümle bakılan birer anı olarak kaldı. Okul kıyafetleri, eğitim sisteminin en eski geleneklerinden biri. Eğitimin devlet tarafından verildiği ve ulu­sallığın yeniden üretilmesinin amaç olduğu eğitim sistemlerinde okullarda belirli bir kıyafet var olmuştur. Türkiye’de siyah önlük ve beyaz yaka ilk defa 1981’de tam olarak tanımlandı ve zorunlu hâle getirildi. Ancak bu tarihin öncesinde ilkokul öğrencileri- daha esnek olmakla birlikte- önlük giyerek okula gittikleri bilinmektedir. Cumhuriyet okullarında zorunlu kılık kıyafetin aynen eğitim politikaları gibi dikiş tutmayan tarihi var. 1989 yılından itibaren deniz mavisi, lacivert, siyah ve gri renklerden birinin önlük rengi olarak seçilmesine karar verildi. 2008 yılında ilköğretim okullarında mavi önlük...