Artık yabancısı olmadığım Uşak, Denizli, Isparta, Antalya dışında
Eskişehir, Datça, Budapeşte ve Ordu son bir yıl içinde gezdiğim yörelerdi. Eskişehir’in
kültür ve doğa zenginliği, Datça’nın Ege ve Akdeniz arasındaki özgür havası,
Budapeşte’nin Tuna boylarındaki tarihi dokusu ve de Ordu’nun kadife yeşilliği
hafızamda kalanlar. Ordu’da Boztepe’den denize bakarken “deniz mi gökyüzü mü”
demekten kendi mi alamamıştım. Bunların her biri bir yazı konusu olsa da
tembelliğime sığınarak son gezim Atina’dan bahsetmek gerek.
Her seyahatten önce yeni bir yer görme heyecanı, uçuş korkusu, geride
kalanların özlemi içimde yer eder. Bu kez horantanın yanımda olmanın verdiği cesaret
ve güvenle olsa gerek rahattım. İstanbul’da havalanmak için hepten işittiğim
yer trafiği yoğunluğu bıktırıcı da olsa orayı başlangıç ve bitiş noktası olarak
görürüm.
Plaka Sokakları
Yunanistan daha önceleri çoğu kez adalar, Volos
ve Selanik gezilerimden havasına suyuna yabancısı olmadığım bir ülke olmasına
rağmen, Atina hafızamda tarih, felsefe ve sanat olarak nedense yer edinmişti.
Bu duygularla ve de cebimdeki notlarla indim Atina Elefterios Venizelos Uluslararası Havalimanına. Uçağın
saatlerce gecikmesinden mustarip olduğunu düşündüğüm bizi bekleyen taksi şoförünün
sempatikliği ve şehir nüfusu hakkında bilgi vermesi takdire şayandı. İçimden
“suyun öte yakasından hemşo, tenlerimiz birbirine ne kadar da yakın” diyesim
geldi. Ama en şık ve kibar harekâtı otelin önüne geldiğimizde “Lütfen kapıların
açılışı benden, siz misafirsiniz” demesiydi. Teşekkürlerim suyun öte yakasından
yeniden gönderiyorum. Ama otelcinin tükenmişliği de taksicinin tersineydi.
Ozana inanmak gerek, yer damar damar,
insan kısım kısım diye.
İlk gün tabanlara kuvvet, Fırat’ın rehberliğinde Plaka’nın yolunu
tuttuk. Akropolis‘in
eteklerinde bulunan Plaka’da merdivenlere sağlı sollu atılan masa/iskemlelerde
oturarak vakit geçiren insanları görünce bizde yaz mevsimlerinde özellikle Doğu
ve Güneydoğuda taburelerde oturanları anımsadım. Plaka Osmanlı zamanında Türk Mahallesi olarak geçiyor
kayıtlarda. Semt, iki katlı, rengârenk cumbalı evler ve taş sokaklarla dolu. Uzun
ince sokaklar boyunca sıralı olarak dizilmiş iki katlı cumbalı evler ve o
evlerin pencerelerinden sarkan renk renk çiçekler ve kapı önlerinde duran
saksılar. Bunları görünce aklıma Rodos’un Lindos
bölgesindeki beyaz badanalı, mavi kapılı ve kapıların çiçeklerle bezendiği
evler geldi. Plaka’da güzel bir molanın ardından Güneş’in “hop on hop off”
fikri Atina tarihi noktalarını göstermesi, bir de üzerine meze olsun diye bilgi
vermesi aydınlatıcı oldu. İlk günün karı, kırmızı otobüs sayesinde, tarihi ve
turistik yerleri panoramik olarak gözlemek oldu.
Akropolis, Atina’ya
hatta Yunanistan’a hâkim tepede kendini hissettirecek düzeyde muhteşemdi. Şehrin her yerinden görmek mümkün. Bir zamanlar sanat ve demokrasinin simgesi olan bu yapıt çağrışım
yaptığı bu kavramlara günümüzde insanlar ne kadar yakınlar. Savaşları, göçleri
her daim konuştuğumuz güya modern çağlarda sanat ve demokrasiye ne zaman sıra
gelecek diye bu muhteşem yapıyı izlerken düşündüm, durdum. Artık Akropolis’in
eteğinde bir akşam ziyafeti zamanıydı. Methini çokça duyduğum Bayraktaris’in mekânında
Türkiye ve Türkçe çağrışımlarıyla güveci ve greece salatın tadı damağımızda
olsa da İstanbul’dan geldiğini söyleyen garsonun helvayı bir türlü getirmeyişi
de işin eksik yönüydü.
İkinci gün Monastiraki
Meydanı idi, rotamız. Burası
da Atina’nın en turistik yerlerinden birisi ve genelde gençliğin takılma
noktası. Turistlerin de yoğun olduğu meydana açılan “bitpazarı” adına
yakışmayan güzellikteki hediyelik eşya ve güzelce düzenlenmiş dükkânlarla dolu.
Akşam vakti hoş bir görünüme bürünüyor. Monastiraki
Meydanı’nda Osmanlı döneminden
kalma bir de cami var. Tarihin cenderesinden geçmiş bir görünüme sahip.
Murat Anayasa Meydanı'nda
Syntagma (Anayasa) Meydanı ikinci günün
ikinci durağı oldu. Meydan, anayasa
gibi hoş bir bir çağrışımda bulunsa da özellikle sokak yaşamına yönelen, başkalarının
cebinden geçinmek isteyen veya başka yerlerden hayata tutunmak için gelen
insanlarla dolu. Altın kafese konan bülbül memleketim dese de herkesin doğup
filizlendiği yerler mekânlık yapamıyor insanlara. Meydanın hemen arkasında
bulunan parlamento binası normal bir bina görünümlü ve güvenliğin minimum
seviyede olması insanı şaşırtıyor. Binanın önünde özellikle tv haberlerinde
aşina olduğumuz etekli askerlerin meçhul asker anıtı önünde nöbet tutuşları
ilginç bir görünümdü. Anıtın önünde efsunlu askerler ve güvercinlerin
dışındakiler başka ülke yerlileri olarak bol bol karede yer alıyorlardı. Meçhul
asker ve güvercinleri yan yana koydum, bir anlam vermeye çalıştım ama olmadı.
Atina’ya gelmeme sebebiyet bir eğitim
kongresi. Kongrenin geleneksel olarak eğitime yandan ve derinden bakmasından
mütevellit katılımı az da olsa konuları derindi. Sunduğum bildiride toplumların
ulusallaşmasında eğitimin rolünü 70-80 yıl öncesine ait figürlerle örneklendirse
de bir katılımcının şimdi durum hangi ahvalde sorusuna cevap ise “aynı” oldu.
Hep inanmışımdır küreselleşme yereli öldürür, ancak ulusallaşma bilincini
körükler diye. Hotelimiz yakınında yer alan Omonia Meydanı değişik ırktan
insanlarla dolu idi. Aynı eğitimi alsalar da duruş ve tavırları ile kendilerine
benzediklerini metrelerce öteden görebiliyorsunuz.
Son olarak Ermou Caddesi. Bu
cadde Atina’ya gidenler tarafından Dünyaca
ünlü markaların mağazalarının bulunduğu, alışveriş yapılabilecek, kalabalık bir
cadde olarak tanımlanıyor. Doğru. Caddenin Syntagma Meydanından girdiğinizde
günümüz cafcaflı görünümlü ama içerisinde her daim çok az müşterinin bulunduğu
mağazalar arzı endam etseler de caddenin ikinci yarsından sonrası ise
sefaletin, isyanın, yoksulluğun ve yoksunluğun iz sürdüğü karelerle dolu.
Gezilen yerler listemize ve kongrelerde sunduğumuz bildirilere bu kısmı da
eklesek ya da eğitimde sayıların uyumunu/uyumsuzluğunun yanında sefaletin
resmini nitele dökmemiz gerekir mi acaba?.
Yorumlar
Yorum Gönder